Wednesday, June 23, 2010

pansiyon huzur

irfan yalçın okudugu zamana dikkat etmeli insan, zor zamanlarda, suskunluk zamanlarinda irfan yalçın okumak yaraya tuz basmak gibi oluyor. günlerim durgun, nesesiz ve kasvetli geciyor, cogu zaman paytakla birlikte denize bakiyoruz, ben bira iciyorum, paytak limonlu suyuyla eslik ediyor. uzun sessizliklerimiz oluyor, sanirim okyanus deniz'in kahramanlari gibi ikimiz de denizin bizi kurtarmasini bekliyoruz. bogaza bakiyor, okyanusu hayal ediyoruz. ann deveria'yi, elisewin'i hatirlatiyoruz birbirimize, cümlelerimiz bölük pörcük, gülümseyislerimiz eğreti. aniden yükselen kahkahalarimiz hizla silinip gidiyor, geriye sadece deniz kaliyor.

iste boyle bir zamanda olmayacak bir is yapiyor, irfan yalcin'in 1975 tarihli romani pansiyon huzur'u okuyorum. yüregimi ezip gecen, tutup yerinden söken bir hikaye var yine karsimda. 60'li yillarin sonlarina, beyoglu'nun arka sokaklarina gidiyorum iki gecedir, orada, kiraladigi daireyi pansiyon olarak calistiran inci'nin pansiyonuna, pansiyon huzur'a misafirim. bir odada, ögretmenlikten ayrilip kitapci dükkani acan arif bey var, bir odada sivasli ögrenci umut, sonrasinda kimi kimsesi olmayan ayla katilacak aralarina, hastalikli kahkalari olan, abisinin ve babasinin ölümünden sonra akil hastanelerine düsen, sonrasinda kendini pansiyon huzur'da bulan ayla.

arif bey anlatiyor bütün hikayeyi, onun sayesinde tanik oluyoruz yoksul yasamlara, sefalete, acliga, acimasizliga. bu pansiyonda en cok küflü ekmek yeniyor, suya batırılan ve penesilin denilerek yenilen küflü ekmek. pansiyonun müdavimleri de var, matbaaci ali bunlardan biri. matbaa dükkanini batirmis, eve ekmek götüremez olmus, karisindan cocuklarindan dayak yiyen ve solugu inci'nin pansiyonunda alan bir adam. inci, 'köpegim o benim' diyor, gercekten de inci havla dedigi anda, dört ayak olup havlamaya basliyor, acliktan diyor inci, ona verecegim 2,5'luk icin her dedigimi yapar, acliktan.

matbaaci ali, boyaci ahmet, kemal, umut, ayla, inci hepsini yakindan tanidim. inci'nin cocuk pijamalari satma hayallerine, korkularina, yenilmisligine, öfkesine, isyanina ortak oldum; matbaaci ali, sevgisiz yasamanin ac yasamaktan bir farki olmadigini gösterdi bana, acligin ve sevgisizligin insani nasil bir karanliga ve körlüge mahkum ettigini gösterdi. umut'la umutlandim, insanin bazen baska biri icin, onu bir anligina mutlu görebilmek icin nasil her seyden vazgecebildigini, fedakarligin, paylasmanin, sorumluluk almanin yürekliliğini onunla yasadim.

irfan yalçın, yorgun sevda'da, pansiyon huzur'da anlattigi bütün bu yasamlarla yüregime dokundu, gözyaşı döktürdü. onun edebiyatiyla tanismak benim icin gercek bir ayricalik oldu. dilerim, yeni romaniyla karsilasmak icin cok beklemeyiz.

Sunday, June 20, 2010

gökyüzüne sevgimle

hayatinda tanidigi en bilge adamin, okuma-yazma bilmeyen bir domuz cobani olan dedesi oldugunu söyleyen bir adamin cocuklugunu hayal ediyorum bu gece. dedesiyle birlikte bir incir agacinin altina uzandiklari gecelerde yapraklarin arasindan bir görünüp bir kaybolan yildizlarla konusmalarina kulak kabartiyorum. belki bir yildiz secip rüyaya daliyorlardi, sonra o yildizin gelip kendilerini gökyüzüne tasimasini umuyorlardi. dedesinin masallariyla, anlattigi efsaneler, kulaktan kulaga tasinan kadim söylentilerle canlaniyordu gece, insanlarla dolup tasiyor, hareketleniyordu. rüyalara ve bu dünyanin güzelligine inanmış iki hakiki insanin torunlariydi. anneannesinin sözlerini hatirlatiyordu, 'nasil güzel bir dünya bu, yazik ki ölecegim' diyordu anneannesi. ölümün yaklastigini hisseden dedesi, bir daha göremeyecegini bildigi agaclara bir bir sarilarak veda ediyordu bu yasama. vaktiyle, üzüntüsünü gidip bir agaca sarilarak yasayan basibos bir adamin hikayesini anlatmayi denemistim, onu hatirliyorum, sarilacak agaclar bulabilir miyiz bugun onu düsünüyorum, doya doya bakabilir miyiz gökyüzüne, al gökyüzüm senin olsun diyebilir miyiz sevdigimize bilmiyorum.

sanirim onun, benim bilmiyorum dedigim bu sorulara bir cevabi vardi, körlük diye bir roman yazdi ve insanliga dair umutsuzlugunu anlatti. yakin gelecekten de umutsuzdu, demokrasinin bir tahakküm bicimi aldigini söylüyordu. jose saramago, ona bu dünyanin güzelligi anlatan iki insanin yaninda, yildizlarin arasinda simdi. birazdan cikip gökyüzüne bakacagim, gözlerim parlayarak yeryüzüne yaklasacak bir yildizi arayacak ve öyle uykuya dalacagim.

jose saramago'yu, dedesi ve anneannesini asla unutmayacagim.

Sunday, June 13, 2010

müsveddeler arasinda ben

bugün odami temizledim, adamakilli temizledim, bir ara odada ne varsa kendimle birlikte çöpe atmak istedim. kirik dökük, harabi bir ruh halinin tasviri gibiydi odanin dört kösesindeki esyalar. senelerdir posetinden cikmayi bekleyen dergiler, gazete kupürleri, müsveddeler, maziye cagri makamında kalemler, silgiler, ataçlar, kenara köseye ilistirilen kucuk notlar. bütün bunlarin icinden cekip cikarilmaya calisilan bir hayat, orada hevesle tutulmuş notlarda, yarim birakilmis yazilarda bekleyen, iste senin hikayen budur dedirten ve seni o hikayeye buyur edip de giriş iznini öyle kolay vermeyen bir hayat. öylesine bitimsiz bir arayış, orada oldugunu bildigin, tam erisecekken yitiriverdigin bir sen, ümitsizliklere, tereddütlere düşşen de izini bulduktan sonra pesini birakamayacagin bir hikaye, kendi hikayen.

Wednesday, June 09, 2010

robdösambr

robdösambr, necip fazil'in 1966 senesinde yazdigi bir öykü. öykü de diyemeyiz aslinda belli ki bir gözlemini aktarmis, bir cay salonunda iki gencin konusmalarina kulak misafiri olmus, siniri bozulmus. bakin ne diyor: 'eger bütün kelimelerini sayacak olsaydim fikirlerinin ancak birkac yüz kelime icinde gidip geldigini görecektim', biraz daha ileri gidiyor, 'mart kedileri, damdan dama birbirlerine dert yanarken ne kadar manalidir, kuslarda köpeklerde bile ne sesler ne bicimler var."

necip fazil bugun yasasaydi ne derdi diye bir cümleye baslayacaktim ya vazgectim, dusundum de adamcagiz, her seyden evvel dogru duzgun cay icebilecegi bir yer bulmakta güclük cekerdi, onu bir starbucksin icinde zamane genclerinin arasinda hayal etmeye de gönlüm elvermedi. günümüz gencleri mi, evet onlar da tipki 45 sene öncekiler gibi birkac yüz kelimeyle idare ediyorlar ve cok aceleciler, oyle aceleciler ki sevdiklerinin yüzüne uzun uzun bakmanin güzelliginden bile habersizler.

Thursday, June 03, 2010

korkmak ve yasamak

joe black filmini hatirliyor musunuz, peki ya o son sahneyi. anthony hopkins yaninda kendisini bir baska yasama tasiyacak olan joe black, her ikisinin de gözleri havai fiseklerin aydinlattigi geceye mihlanmis, isiltili kostumleriyle dans edenleri, aralarindan henuz ayrilmis olmanin burukluguyla ve bir daha asla aralarina dönemeyecek olmanin tuhaf hüznüyle takip ediyorlar. hopkins, basini hic cevirmeksizin soruyor, 'korkmali miyim'. joe'nun bu soruya verdigi cevap hic hosuma gitmese de bu sahneyi severim, ara ara aklima getirir, yasam ve ölüm arasindaki siniri düsünürüm ve ben de ayni soruyu sorarim, korkmali miyim.

korkmak, ölecek gibi olmak, yok olacagini düsünmek, ansizin hickiriklara bogulmak, nabiz atislarinin hizlanmasi, nefes almakta zorluk cekmek. bütün bunlara aniden esir oldugunuzda korkuyorsunuz ve sanirim sonrasinda kurtuluyorsunuz. kurtulmak, o ana kadar yasadigin gercekligin disinda bir gercekle burun buruna geldiginde, o soguk, o karanlik, ne oldugunu bilmedigin ve karsi koyamadigin bir gercekligi yani basinda hissettiginde ve ne kadar gücsüzlessen de var gücünle yasamak istiyorum diyebildiginde erisilebilecek bir mertebe. sonrasinda yasam ve yasamak, daha büyük bir tevazu ve tevekkül icinde, daha az telasli ve daha az tedbirli, coskulu bir yürekle, tutkulu boyun egislerle yasamak.
cool hit counter