Sunday, January 31, 2010

can denen şeye saygı duymak

birkaç gün önce okuduğum küçük bir haber aklımdan çıkmadı, evde, sokakta, olmadık zamanlarda aklıma takılıyor. iyisi mi kafamı böylesine meşgul eden bir meseleyi buraya da not düşeyim.

haberin başlığı 'çin'de kedi-köpek etine hayır yasası kültür tartışması başlattı' şeklinde. çin hükümeti geleneksel bir yemek olan köpek güvecinin bundan böyle yasak olduğunu ilan etmek üzere. haberin sonunda bir çinlinin görüşüne yer verilmiş ve beni asıl düşündüren de sanırım bu yorum oldu. yasayı şu sözlerle eleştiriyor: 'canlı canlı pişirilmeleri cezalandırılsın ancak hangi eti yiyecekleri insanların tercihlerine bırakılmalı. körü körüne batı değerlerini kopyalamamalıyız.'

öncelikle batı değerleri ve bunun karşısında korunması gereken gelenek ve göreneklerimiz konusuna değinmeli. açıkça söylemeliyim ki ben doğu-batı eksenli tartışmalarda hala kafası karışık biriyim, bu konudaki düşüncelerim, durduğum yer de belli belirsizdir, arada bir yerdir, bunun yanında, her iki kültürden de yararlanma, her iki kültürü de anlama ve özümseme çabasındayım. kendi coğrafyamıza, kendi topraklarımıza, kendi ülkemize ait gelenekleri bir kenara koyup, batı kültür ve değerlerini yayalım, yaygınlaştıralım, hayatımızın her alanına bu değerleri dahil edelim demiyorum. ne var ki, bazı değerlerin evrensel olduğunu unutmayalım, bu değerleri de batıdan geliyor kaygısıyla reddetmeyelim istiyorum. bazı batı değerlerine körüne körüne bağlanmak ne kadar fenaysa, kendi geleneklerimizin bazılarına körü körüne bağlanmanın da aynı şekilde fena olduğunu düşünüyorum. bir insanın yaşam hakkını, onun diğer insanlarla olan eşitliğini savunmak bugun tüm insanlığın önceliğidir, bir canlının da yaşamına sahip çıkmak içinde bulunduğumuz çağda aynı şekilde tüm insanların önceliği olmalıdır.

çin'de kedilerin-köpeklerin öldürülmesine, yaşam ortaklarımız dediğimiz hayvanların zalimce katledilmesine bu bir çin geleneğidir diye göz yumulması bana kabul edilebilir bir şey olarak görünmüyor. söz konusu, bir canlının yaşamıysa, bu gelenek değişebilir ve bu değişim de batı değerlerini körü körüne kopyalamak değildir diye düşünüyorum. son olarak da yorumunda kedi ve köpekler için 'canlı canlı öldürülmeleri cezalandırılsın' diyen herhalde uyuşturularak gerçekleştirilecek bir ölüme onay veren bakışın, hayatlarını şehirlerimizin içinde çoktan çıkmaza soktuğumuz hayvanları ne kadar kolay gözden çıkarabildiğimizin, canlılar dengesi diye bir şeyden habersiz olmayı geçelim vicdan denen şeyden de gitgide uzaklaştığımızın acıklı bir ifadesi olduğunu düşünüyorum.

Wednesday, January 27, 2010

ölmeyen şarkı

bazı geceler nasıl da seviyorum şöyle bir başıma oturup içmeyi, içtikçe daha çok içmeyi. içimde kıpırdanan hatıralar, ah o hatıralar. oldu mu şimdi, üşüştünüz başıma bir cellat gibi. ömrüm emrinize amade lakin bırakın şimdi beni, bırakın da bitireyim şu kadehi.

Tuesday, January 26, 2010

görünmeyen

yaşamın belki de en keyifli tarafı hikayeler dinlemektir benim için. hikayelerini, insanı iki omuzundan tutup sallarmışcasına anlatanları daha bir severim, onların hikayelerinde insanın karmaşası vardır, güçsüzlüğü, kederleri, çıkmazları. kahramanlar vardır yani, tüm gerçeklikleriyle, gerçekten daha gerçek olan halleriyle insanlar vardır. bir de insanları görünmez kılan, birbirine benzeten fakat anlatım tekniğiyle şaşırtıcı olabilen hikayeler vardır. işte paul auster da karakterleriyle değil tekniğiyle şaşırtan yazarlardan biridir benim için.

auster'ın son kitabı 'görünmeyen'in, yazarın en iyi kitabı olarak değerlendirildiğini duyunca merak ettim, merakım hikayenin içeriğinden daha çok auster'ın uslubuna yönelikti. kahramanı olmayan bir hikaye anlatmış auster, okuyucuyu birçok ses arasında, kimi zaman hangi sözün hangi karakter tarafından söylendiğinin önemsizleştiği bir noktada bırakıyor. mektuplar, günlükler, tercümeler, geriye dönüşlerle kurulmuş bir hikaye ve biz kitabın sonunda 1967 yılında geçen bir dizi olayın anlatıcısının kim olduğu sorusuna tek bir isim veremezken, auster, gerçeğin hayal ettiklerimizden başka bir şey olamayacağını söylüyor.

Saturday, January 23, 2010

bir hayal


dün gece gazetelere göz gezdirirken bir haber ilişti gözüme. hemen hemen bütün gazetelerde arka sayfalara bırakılmış, kenarda köşede kalmış küçük bir haber. edgar allan poe'nun 1949'dan beri her doğum gününde mezarı başına güller ve bir şişe kanyak bırakan ziyaretçisi bu sene gelmemiş, 60 yıllık geleneği bozmuştu. bu küçük haber daha büyük verilmeliydi diye düşündüm önce, sonra kimdir bu meçhul ziyaretçi, poe'nun mezarı başında ona güller ve bir şişe kanyak sunarken neler düşünür, bu gizli merasimi onunla paylaşmış birileri yok mudur, peki ya bu sene, 60 senenin sonunda neden gelmemiş, gelememiştir gibi sorular canlandı zihnimde.


60 sene boyunca poe'nun mezarına gelen adamın bu seneki randevusuna gelmeyişini, gazetelerin manşetten ya da sürmanşetten verdiği bir ülkede yaşamak istemez miydiniz. sabah vapurunda, insanların birbirlerine 'bu sene gelmemiş demek, olacak şey değil' diyerek homurdandığını duymak istemez miydiniz. doğrusu ya, ben isterdim.

Tuesday, January 19, 2010

bazı günler

olmuyor, bazı günler ne yapsam ne etsem çare olmuyor sıkıntıma. bir hayale kıyısından köşesinden ilişmek istiyorsun olmuyor, bir yakinina meyledecek oluyorsun iyice tadın kaçıyor, hiç olmazsa biraz dolaşayım, şu doğanın cömertliğine sığınayım diyorsun gücün yetmiyor, ayağın gitmiyor. dışarıda yağmur yağıyor ve sen biçare, yine öyle yapayalnız, yine öyle kendi halinde.

Wednesday, January 13, 2010

kızımın öğretmenine mektup

abraham lincoln'ün oğlunun öğretmenine yazdığı bir mektup var, epeydir çeşitli yerlerde alıntılandığını görüyorum. lincoln bu mektubu 19.yy'ın ortalarında yazıyor, bizler 21.yy'ı idrak ediyoruz. evet, lincoln'un söylediği öyle sözler var ki şimdi olduğu gibi gelecekte de geçerli olacaktır. yine de düşünmeden edemiyorum, lincoln ve oğlunun yaşadığı dünya, sorunlarıyla, gerginlikleriyle, eğilimleriyle başka bir dünyaydı, bizler bambaşka sorunlar içinde, bambaşka çözümsüzlükler içinde, bambaşka bir çağda yaşıyoruz. diyeceğim o ki, lincoln'ün mektubunun yanında yeni mektuplara ihtiyacımız var.

ileride bir gün bir kızım olursa, öğretmenine bir mektup yazacağım, eliyle, gönlüyle, kafasiyla çırılçıplak sevmeyi bilen bir kızım var benim, bu sevgisini çoğaltmasında ve paylaşmasında ona yardım et diyeceğim. hiç kimsenin onun için 'yabancı' olmadığını, insana dair olan hiçbir şeyin de yabancısı olamayacağını öğret ona diyeceğim. kendisinden farklı bulduğu arkadaşlarına da en az kendi arkadaşları kadar alaka göstermeyi, onların yaşamlarını, özlemlerini, inançlarını güçsüzlüklerini de tanıması gerektiğini öğrenmeli benim kızım diyeceğim. giriş cümlelerim bunlar olmakla beraber zamanı gelince sanırım başka isteklerim de olacaktır.

bir kızım olursa...

Tuesday, January 12, 2010

hasret

günün bazı saatleri var ki daha yaşamaya değer, daha yaşanılır oluyor. benim için o saatler, bundan pek hoşnut olmasam da gecenin geç saatleridir, oysa ben günün ilk ışıklarıyla sevinmek isterim, hele bir de deniz ve tuz kokusu varsa, değmeyin keyfime.

Tuesday, January 05, 2010

yorgun sevda

irfan yalçın'ın "yorgun sevda" romanını okudum bu gece. bazen göğüsümün sıkıştığını hissettim, bir an kitabı bırakıp uzun uzun ağlamak, inlemek, infilak etmek istedim. yorgun sevda, yordu yüregimi. uykuya teslim olmadan, irfan yalçın'ın her biri hüzünle damgalı sözcüklerinden bir paragrafi buraya not düşmek geldi içimden.

"tepinen bir tutkum var, ağacı yiyen kurt gibi içimden yiyor beni; onların, o köşeye sıkıştırılmışların derin yırtıklarla dolu yaşamlarına bir yerden girip bakmak; acının inlerine, kuyularına inmek, onlardan bana, benden onlara sızan bir şeylerin varlığını duyumsamak. (...)kalın bir ayağın basıp geçtiği yüreklere akıyor içim."

Sunday, January 03, 2010

kaan sezyum bir robot mu

kaan sezyum'u belki radikal eklerindeki yazilarindan belki kendi sitesinden belki de cesitli sosyal mecralardan taniyorsunuzdur. takip edilen, sevilen, eglenceli ve zeki bulunan biri oldugunu duymustum. bir gün televizyonda gördüm kendisini ve hak verdim söylenenlere fakat bana biraz mekanik gelmisti konusmalari, bir bilgisayar oyunundan cikip gelmis gibiydi.

bugun kaan sezyum'un bir roportajini okudum, sorularla egleniyor, gülüyor güldürüyordu. bülent ecevit de sezyum'un mizahindan nasibini alanlar arasindaydi. 'robotlara siir yazmis bir adam' diyordu ecevit icin, 'yani ecevit de iyi bir kafa, bayagi kopuyormus' diyerek dalgasini geciyordu. neden ecevit'in robot siiri sezyum'un dikkatini cekmistir diye bir soru sormaya gerek var mi bilemedim.

söyle bir düsündüm, acaba ömrü hayatinda kaan sezyum bir soru karsisinda caresizlik hissetmis, diyecek bir sey bulamayip boyun bükmüs müdür, yagmurlu bir gecede, kafasinda bir düsünce, yürümüs müdür bir sokakta, bir asagi bir yukari. ansizin uyanip, bos gözlerle duvarlara bakarak sabahladigi geceleri olmus mudur.

nereden de aklima geldi bu sorular, ne güzel ecevit'in robot siiri diyerek gülüsüyorduk.
cool hit counter