Saturday, April 09, 2016

Uyku

artik uyku vakti. bazen okurken gozlerim yari uyur yari uyanik hale geliyor, sozcukler belirsizlesiyor, yatma vakti diyorum. bir yanim orada kalmak ve okumaya devam etmek istiyor bir yanim uykuya gecmek, ruya labirentinde kaybolmak. gun icinde de boyle anlar  oluyor, gercegi olanca netligiyle gormek istediğim, gozlerimi acik tuttugum, dikkat  kesildigim anlar. her sey apacik olsun, supheye yer kalmasin dedigim anlar. tam o esnada icimden bir ses itiraz eder, bir sis perdesi germek ister gercekle arama ve o perdenin ardinda gölgeler oynamaya baslar ve ben onlara anlam vermeye calistikca heyecanlanir, aydinligin korunakli ve kuralli alanindan karanligin tekinsizligine, sinirsizligina ve kuralsizligina kayarim. sonra acaba derim, hayat bu iki alani dengede tutma mucadelesi mi?

Tuesday, September 24, 2013

hüzün, yaslilar ve yaslanmak

hepimizin hazir oldugu bir duygusal durum var. kimimiz her an aglamaya hazir, kimimiz gülmeye, kendinden, zaferlerinden, eglencelerinden bahsetmeye meraklilarimiz oldugu gibi dertlerinden, colugundan cocugundan yakinmaya, yasamin türlü yükünden sikayet etmeye yer arayanlarimiz hep var. galiba ben de her firsatta hüzünlenmeye hazir olan insanlar arasinda yer aliyorum. bir kitap kapagindan tutun bir duvar süsüne kadar, bir sokagin kösesine yerleşmiş güngörmüş bir ağaçtan, bir otel odasinin soyulmaya yüz tutmus duvar kagitlarina kadar pek cok sey hüzünlendirmeye yetiyor beni. oldum olasi böyle değil miydim, 90'larin ortasinda, o ilk gençlik yillarinda herkes eğlenirken, elime bir kadeh içki alip odanin bir kosesine çekilmelerim, ailece cikilan aksam yemeklerinde henüz daha kucucuk bir çocukken yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirip sahnedeki ihtiyarlarin dansini pür dikkat seyredişlerim hüzünle oldukça erken yaslarda tanistigimi düşündürüyor bana.

seneler geçiyor, degisen pek bir sey yok. yine aznavour dinliyorum, yine ayten alpman dinliyorum, yine bir sahil beldesinde gecenin bir yarisi denize giren ihtiyarlara bakıyor, biramdan bir yudum aliyor ve gülümsüyorum. yaslilarin arasinda rahat ediyorum, bazen bana dikkatli gözlerle hiçbir sey söylemeden bakıyorlar, gözlerimde ne goruyorlar bilmiyorum ama ben onlara baktigimda insancilligin en yüksek biçimini görüyor ve derin bir nefes aliyorum.

Friday, November 30, 2012

müsvedde

insan neden kendiyle, olduğu şeyle, geldiği yerle, elindekilerle yetinemiyor. neden hep bir başkası olmaya özlem, neden bütün o uydurmacalar, birilerinin sırtına, imkanlarına yaslanmalar. bir şey olmak istiyor, birini, bir şeyleri sevmek istiyor ama sorumluluk nedir bilmiyor, uğraşmak nedir bilmiyor, heder olmak, hırpalanmak nedir bilmiyor, yoğrulmuyor, yorulmuyor, kolaya kaçıyor, göz boyuyor, zevahiri kurtarıyor ve arsızca hep ortalarda, hep gösterilen, hep bakılan olmak istiyor. her şeye talip oluyor, demokrat oluyor, akademisyen oluyor, gurme oluyor, yeri geliyor siyasetten yeri geliyor modadan yeri geliyor dünya jet sosyetesinin gözde mekanlarından söz açıyor. nasıl bir cehalet, nasıl bir kendini bilmezlik, nasıl bir acınası utanmazlık.

öyle bir laf edeyim ki gören maşallah desin, biraz modern olayım biraz geleneksel, bir elimde italyanca bir elimde fransızca olsun, ne yapmalı ne etmeli senede bir ayağımı dünya başkentlerine değdirmeli. her gün olduğum şeyden vazgeçmeli. birkaç popüler isimle tanışmalı-kartvizit kutum dolup taşmalı, birkaç konferans takip etmeli, birkaç sergi gezmeli, elimde fotoğraf makinem istanbul'u tavaf etmeli. birileri beni mutlaka görmeli, hissetmeli, özenmeli, istemeli yoksa ben nasil ben olurum, başkaları olmadan, onların hayatına yerleşmeden nasıl nefes alırım.

bir sevdiğim 'tahtaboş' diyor böyle hayatlara, hem tahtalar hem de boş. püf desen kaybolacak kadar sahteler ama böyle değil midir herkes kolay olana, sahte olana, hafif olana daha fazla meyletmez mi? kenarda kalışımız, suskunluğumuz, mahzunluğumuz çoğu zaman bundan, bu çirkinliğe göz temasıyla bile suç ortaklığı etmek istememekten; elimizden bir şey gelmez, bir başımıza, bir parça farkındalıkla, titrek nefesimizle yaşamaktan başka. 

Friday, October 05, 2012

ask mi?

gecen hafta haneke'yle basladigim film ekimini dün sabah seansinda bertolucci ve aksaminda kim ki-duk ile bitirmis oldum. bir filmden cikip digerine girmek, basibos dolasmak, sahaf festivalinin harika zamanlamasi zaten büyülü olan sonbahari alabildigine güzellestirdi benim icin.

''ask" ile baslayalim. film hakkinda hicbir bilgim, hicbir fikrim yoktu sadece ask ve haneke'nin nerede bulustugunu merak ediyordum. hic beklemedigim, manidar bir yerde bulusmuslar, askin yarinki yüzünde. bizler zamane cocuklari olarak, askin bugunku yüzüne müptelayiz. onu yasamak icin sabirsizlaniyoruz, gözümüz her yerde onu ariyor, ayaküstü tanistigimiz biriyle bir ömür gecirebilecegimize yemin edecek hallere geliyoruz. aski cok yukarilara bir yere koyuyoruz, o büyük duyguyu bir gün mutlaka yasayacagimiza icten ice inaniyoruz. asik olacagimiz kisiden daha cok ask duygusu, asik olma fikri heyecanlandiriyor bizi. bizler arayisimizi sürdüreduralim haneke önümüze 'ask' diye bambaska bir sey koyuyor. filmin ortasinda disari cikmayi tercih eden benim görebildigim 10-12 kisi ne kadar baska bir seyle karsilastigimizin da isareti olsa gerek.

oysa nasil da heyecanla beklemistik haneke'yi, nasil da yedi düvele duyurmustuk bu filmi öylesine cok görmek istedigimizi. bekledigimiz duygulari bulamadik, öyle ya hani nerede aldatilan esler, nerede sehvetten titreyen bedenler, hani nerede yataktan yataga gezenler. hicbiri yoktu, adi 'ask' olan filmde kimileri icin aska dair hicbir sey yoktu. nasil olsun, bizler, asktan konusuldugunu duymasalar asik bile olmayacak insanlarin arasinda yasiyoruz. askin kendi basina sahip oldugu zenginligi degil askin muhtemel getirilerini hesap ederek yasayanlarin yüzlerine bakiyoruz. her adimlariyla 'beni de görün, beni de görün' diye cirpinan kopyala-yapistir insanlarin icinde soluk aliyoruz. kendilerini her gün parca parca edip günün kazandiran yönelimlerine göre yeniden ortaya cikan, kendilerine, kendi yasadiklarina, kendi gördüklerine ve duyduklarina bunca odaklanmis insanlar icin 'ask' ne olabilir ki. olsa olsa bir baska kazanc kapisi, o zaman ne diyelim bol kazanclar.

haneke'nin 'ask'i güzeldi, kendimizi en cok unuttugumuz duyguda bile büsbütün kendimizden uzaklasamadigimizi gösterdigi icin güzeldi, söz konusu ask olunca uygarlasma denen isin nasil bir palavra oldugunu inceden vurguladigi icin güzeldi, nasil yasanirsa yasansin her ask serüveninin büyüleyici oldugunu anlattigi icin güzeldi.

kim ki-duk icin de söyleyeceklerim var aslinda...

    

Monday, July 16, 2012

pulp

mutsuzluktan kipirdayamacak durumda olsam da dinledigimde havalara ucacagim sarkilar var, hani derler ya sayisiz kimlik sahibidir insan diye, iste böyle sarkilarda ne kadar kimlik tasiyorsam icimde, her biri ayaga kalkar ve alkislamaya baslar, hafif hafif yükselir ruhum, hissederim, hafiflerim.

acrylic afternoons, ritmiyle, sözleriyle, söyleyeniyle yesil bir sarkidir. mutlulugum yesildir benim. yüregim yükselirken, jarvis karsimda sarkisini söylerken mümkün mü bu sarkiyla yüregi yükselen baska birilerini hatirlamamak, onlari sükranla anmamak, o ana onlari ortak etmemek. yasadigim ana baska nasil layik olabilirim ki, hissettiklerimi dürüstce ve efendice yerli yerine koymadan, herkese hakkini teslim etmeden o ani katiksiz bir mutluluk olarak baska nasil yasayabilirim ki.

konser konser gezen biri degilim ben ama gittigi konserlerden dolu dolu dönen biriyim galiba. o harika adam, jarvis cocker hala önümde dans ediyor, her tarafta yesil isiklar, yesil bir gece, mutluyum.

Thursday, June 14, 2012

yasa reamonn

beni bu gece bir iki satir karalamaya ikna eden reamonn - tonight adli sarkidir. yapamadim, dayanamadim, bu sarkiya karsi koyamadim, bir seyler yazmak istedim. halen caliyor, yunanli bir kardesimizle beraber söylüyorlar, icimi kipir kipir ediyorlar.

ne diyeyim, cok mutlu degilim, geceleri uyuyamiyorum, aglayacak gibi oluyorum, tutuyorum kendimi, kitaplara siginiyorum. kitaplarin icinde bazen bir bastan bir basa dünyayi dolasir gibiyim. öylesine mutluyum. bazen kitaplar da care olmuyor, iki satir okuyor düsüncelere daliyorum. hani her sey bu aksamki gibi olsa diyor insan, her aksam ayni yerde kurdugumuz masanin yanina bu aksam oldugu gibi güler yüzlü, aksam günesini kiskandiracak kadar alimli hanimlar gelip otursa. bugun geldiler oturdular, tanimadigimiz simalar degiller, arkadaslarimiz, arkadaslarimizin hanimlari hatta bazilari. yine de bu aksam unuttum onlarin evliliklerini, onlarin unutmus gibi gozukmelerinden belki de. insanin evli oldugunu unutmasi da bir ihtiyac diye düsündüm. neyse neyse hic öyle sosyolojik cikarimlar yapmak istemem simdi reamonn dinlerken. onlar yanda bir dogum günü kutlamasi icin kiz kiza bulusmuslar, pek makyajli goremediklerimiz bile bu geceye özel renklenmisler. kulagimiza calinan sözlerle kipirdaniyoruz, 'oo suna bakin makyaj da yapmis bu aksam'. kadinlarin (30+ kadinlarin diyelim zira onlar bu sözleri kendilerine has bir yasanmislikla söylerler) birbirlerine bu sekilde hitap etmesinden cocuklugumdan beri keyif almisimdir, aralarina karisip 'evet evet nasil da güzel olmus' dememek icin zor tutarim kendimi. bugun öyle bir laf etmesek de, ara ara yan masaya dönüp geceye devam edecekleri bir baska mekana 'biz de gelecegiz, biz de gelecegiz' diyerek simardik. güldük, sakalastik, sohbet ettik, sarhos olduk.

cok mutlu degilim demistim ya, vazgectim, birbirlerine sevgiyle, ictenlikle, kardeslikle bakan kadinlarin bulusmasina tanik olmak, o bulusmadan bir pay almak mutluluktur, hafife alinmamasi gereken bir mutluluk. ah simdi bir gün kizimin da böyle bir 'reunion'da, tüm zarafetiyle yer aldigini düsünmek, iste o da bir baska heyecanlandiriyor beni.

seneler geciyor, türlü türlü ic gecirmeler, sikintilar, sevincler, kabuslar, kararsizliklar...hayat iste.

Friday, May 25, 2012

kandil gecesi

diyanetin regaib kandiliyle ilgili yaptığı açıklamayı okuyarak başladım güne. 'Regaib Kandili, bitmek tükenmek bilmeyen arzu ve isteklerimizin, bizi esir alan aşırı tutkularımızın ve bütün bu arzular doğrultusunda ortaya koyduğumuz çaba ve gayretlerimizin muhasebesini yapmamız için bize lütfedilen mübarek bir gecedir.' diyor diyanet başkanı. gerçekten de öyle, modern yaşamın dayattığı dizginlenmez bir yaşam arsızlığını dengeleme, durup düşünme gecesidir bu gece.

tutkuların terbiye edilmesi, arzulara gem vurulması aklima hemen arzuyu ve tutkuyu yücelten yazarları getiriyor. edebiyat tutkuyu yüceltir, edebiyat karanlık köşelere gizlenmiş şehveti ayağa kaldırır, evet bunları yapar ama her şeyden evvel insanı edep sahibi yapar edebiyat. kendilerini maddi yaşamın vasatlığında, ihtirasla ulaşmaya çabaladıkları başka dünyalarda arayanlar, kendinden daha çok başkalarına bakan ve onların oyalayıcı pohpohlamaları olmadan yaşayamayanlar, edebiyatın birey oluşumuna katkısından asla nasiplenemezler. yaşam, sevgiyle, hissederek, kendini unutarak yaşanacak bir yer olmaktan çıkar, hırçınlıkla, mücadeleyle ele geçirip alt etmeye çalışacakları bir yer haline gelir.

bütün bu düşünceler içinde vapura bindim. elimde ilhan berk'in paris günlükleri, bir cümlesi dikkatimi çekti. "selim turan'a gittim. büyük bir oda. ince bir karısı var. biz resimlere baktık, konuştuk, o da akvaryumdan gözünü ayırmadı. ona, bir ona baktı iki saat, gözünü ayırmadan." akvaryuma ya da diyelim bulutlara gözünü ayırmadan iki saat bakacak birine tahammül edilecek zamanlarda değiliz diye düşündüm.

sayfaları çevirdim ilhan berk'in bavyeralı sevgilisiyle karşılaştım. 'kitapları, mektupları, bir de kendini bırakmışlığı var' dediği sevgilisiyle. yatakta üç gün 'paris est une féte' okudukları, 'suskunluğu anlatılmayacak kadar güzel' olan sevgilisiyle. ne diyeyim kıskandım ilhan berk'i, yanımda geceleri ilhan berk şiirleriyle dolduracağımız bir sevgilim olsun istedim.

cool hit counter